Ekonominin iyi olduğunu söyleyince “nasıl ki pazarda ve çarşıda yaşanan hakikati” perdeleyemiyorsunuz. Demokrasimizin de “ileri demokrasi olduğunu” söylemekle toplumdaki inanılırlığı pekiştiremiyorsunuz.
Siyaset erbapları, pekâlâ iştigal oldukları şeyin en iyisi olduğunu iddia edip hitap ettikleri kitleleri kendilerine inandırmak isteyeceklerdir. Bunda bir sorun yok. İnsanlar, zaten zaaflarla donatılmıştır. Özellikle siyasetle iştigal olmak, bir devlet memurluğuna talip olmak şeklen baktığınızda “gerçekten de çok havalı ve bir davaya hizmet” minvalinde okunabilir.
Ama bizim gibi ülkelerde, siyasete girmenin daha çok bir öncesi vardır bir de sonrası vardır. Öncelikle şunu ifade etmek gerekir: SİYASET, bir meslek dalı değildir. Kanımca, politikaya atılan bir kişinin “zenginleşmek, daha da zenginleşmek” gibi hevesleri olmamalıdır. Siyaset tarzındaki iştigaller, eğer gerçekten de bir dava ekseninden uzaklaştırılarak zenginleşmenin bir kaldıracı olarak addedilirse, bu tip toplumlarda siyasetçilerin geniş kesimleri etkilemesi daha kolay olur.
Bazı faaliyetler gerçekten de iktisat ve hırs ile heves üstünde değer görmelidir. Bu bağlamda bizim gibi ataerkil ve geleneksel toplum olma karakteristiklerini hâlen baskın durumda yaşamın her katmanına sirayet ettiren ülkelerde, her şey bir “yanılsamadan” öteye geçemez.
Bu bağlamda, seçen–seçilen dengesi açısından bakıldığında da ülkemizin sorunlu olduğu görülmektedir. Demokrasiye, sadece sözlük anlamıyla değer veren, hukukun üstünlüğünün, ADALET denen ekmek ve su kadar ehemmiyet arz eden bir duygu durumunda olmazsa olmaz olduğunu, ancak yaşanan acı deneyimler neticesiyle farkına varan toplumların da seçtikleri çapsız siyasetçilerin işbaşındaki sorumsuzluklarında payları vardır. Çünkü, demokrasi, sadece oy atma işlemi değildir. Demokrasi, sadece bir partiyi fanatikçe destelemek değildir. İradeni ve benliğini/Ben’ini duyarsızca bir partiye ya da liderine adamak hiç değildir. Böyle demokratik bir anlayışın oluşturulduğu ülkelerde, kavramlar, sözcükler ve teknik olgular sadece sözlük ve ansiklopedik mânâları çerçevesinde değer görerek, olan ile yetinilmesi yoluna gidilir.
* * *
Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. Ulus devlet olmak, bir ulus devletin vatandaşı olmak, bir insana “birey” olduğu duygusunu yaşatır. Diğer yandan ne monarşik bir sistemde ne de diktatörlük veya komünist bir düzende insanlar, “adamakıllı” bir yurttaş olabilirler ne de birey olabildiklerinin hissiyatına vakıf olabilirler. Yine bu bağlamda, cumhuriyet rejimi, bir toplumda altyapı ve üstyapı açısından köklü değişim ve dönüşümü tetiklerken, bu toplum formuna uygun insan prototipinin de şekillenmesini gaye eder. Cumhuriyet ve demokrasi olgularının ahenkli bir farkındalık oluşturabilmesi, ancak ve ancak o toplumun insancıklarının “yurttaş” birey statüsünü içselleştirebilmesi ve buna sahip çıkabilmesi ile mümkündür.
İşte tüm bu cümleler doğrultusunda insanların yaşanan sıkıntı ve problemlerde, ortak sorumlulukları ve ödevleri vardır. Aylardır ekonominin irtifa kaybeden seyrinden ötürü laf gelip dayanıyor, hayat pahalılığına ve enflasyonist ortamın yaşamı soluk alıp veremeyecek boyuta taşıdığına… Belki bazı konularda insanlarımız haklı olarak soruyorlardır; “bizler sade insanlar elimizde sınırlı bir güç varken ne yapabiliriz” diye. Burada önemli olan, yılgınlık ve atalet hâlinin, tek tek bireylerden yükselerek toplumun tamamına çöreklenmemesidir. Vatandaş olduğunu unutma ve soru sor. Sorgulamaktan bir ân olsun vazgeçme. Evet, günümüz Türkiye’sinde ne sendikal hareketlerin ne de diğer sivil toplum örgütlerinin siyasal iktidar üzerinde denge ve denetleme işlevi kaldı.
Farkındayım, farkındasınız; ülkemizde işler iyiye doğru gitmiyor. Sağcı partilerin veya Siyasal İslam’ı politika yapma alanı olarak gören hareketlerin en fazla başvurduğu yöntem hamaset yapmak, yine hamasete yönelerek toplumun manevi ve mukaddes duygularının kabartılmasının hedeflenerek siyaset kurumu içinde ve siyasal menzil mertebesinde kudretini tahkim etmek ve koltuğunu kaptırmamaktır.
İşte cumhuriyet rejiminin erdemi burada yatar: Yurttaş olmak, aydın olmak, hak ve ödevlerini bilmek, sorgulamak, körü körüne hiçbir ideolojinin ve dinî akımların ardına takılarak ben’liğini yitirmemek.
Akletmez misiniz ve ikra ikrarlarının yankılandığı bir İslam dininin inananları olarak (Türkiye laiktir, pekâlâ inanmayanlar da olacaktır.) aklımızı ve mantığımızı her daim ön planda tutmak durumundayız. Farkındalık sözcüğünün Batı’dan geçtiği söylenmekte; o zaman bizim kendi kültürümüzde pek güzel bir kelimemiz var, FERASET.
FERASET kanallarımızın açık olması ve kalması adına daha fazla çaba göstereceğiz. Atalet ruh durumunun bizi yenmesine izin verirsek, kuvveden fiile geçme safhasının başlangıç çizgisine bile gelemeyiz.