Gerçekten de sadece bizim ülkemizde mi bilmiyorum ama yaşanan adliyelik vakalardaki gerekçeler insanı derin üzüntülere sürüklüyor. İşte Avrupa ülkelerinde imrenilecek bir şey varsa… Budur… En azından insana saygının olması… Can ve mal güvenliğinin “görece” diğer gelişmekte olan ülkelerden “daha iyi” olması.
Türkiye’de bir türlü insan canının kutsiyeti babında olması gereken seviyeye neden gelemiyoruz? Olan demiyorum… Olan demiyorum, olan veya gerçekleşen zaten hem sorunlu hem de sürekli akan kanın akmasını durduramadığı gibi akmasını da körüklüyor.
Bir türlü “kuvveden fiile” gelemiyoruz.
Adalet kavramı, artık ekmek ve peynir gibi tükettiğimiz sıradan sözcük durumuna indirgendi. Adalet olgusunu, sözcük olarak da lügat olarak da güzelce ifade edip tanımlıyoruz. Daha sonrası yok. Adalet hususu üzerinden, anayasa metinlerinde olsun kanun düzenlemelerinde olsun, esasında görece ilerlemeler yapıldı. Ama dediğim gibi uygulama alanında yeller esmekte.
Üzücü olan, Türkiye olarak büyük hedefler tayin etmemize rağmen, iddialı slogan ve propagandaya rağmen ülkemizin “hakikatler zemininde” hayal ile gerçek skalasında, hep bulutların üzerinde gezinmesi, ayaklarının yerden kesilmesi. Neredeyse tek parti döneminde 20 yıldan fazla süre geçti. Ama hâlen gelişmekte olan- az gelişmiş ülke olan kategorisinden kurtulamıyoruz.
Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri, hâlen geri kalmış ülke haberlerinden farksız. Bunca yılda istikrar dendi, gelişim dendi, şeffaflık dendi, adalet dendi, haksızın yanında olunacağı söylendi…
Görece insan hak ve hürriyetlerinde çok fazla değişen bir şey olduğunu söylemek çok zor:
Kadın cinayetleri…
Örf ve âdetler…
Geleneksellik…
Ataerkil hâkimiyetin hâlen toplumun tüm katmanına sirayet etmesi.
***
Kadın cinayetlerinde en ilginç nokta, erkeğin kafasında tasavvuf ettiği suça yönelik olarak, kadının varlığı üzerinde yine kendi kafasında tasarladığı cezaya hükmetmesi. Yer yer özellikle baskılı gazetelerde okuyorum, cinayet haberlerinde, erkek kendini aldattığını “zannettiği” karısını/sevgilisini; ya başkasına yâr olmasın ya da yanından ayrılmasın diyerekten öldürüyor. Bunun bir izahı yok! Yani bu nasıl bir düşünce yapısıdır? Zorla bir şey olmayacağını bir insana nasıl anlatacaksınız? Yirmi birinci yüzyıldayız diye kösteklene kösteklene, beylik lafları ardı sıra söylemeyi çok iyi biliyoruz; ama insan canından daha büyük bir kutsiyet olamadığını hâlen “idrak” edemedik! Bunun için de tedrisat görmeye gerek var mı?
Ne demek?
Bir kadın, bir müddet sonra bir erkeğe bağlanmaktan veya bir erkeği sevmekten vazgeçebilir. Tıkınma olabilir. Artık hayata dair ortak paylaşımlar tükenebilir. Gitmiyor olabilir. Gelecek açısından aynı çatı altında bir yaşamı, bir ömrü metazori devam ettirmek bir insana zulüm gelebilir. Medeniyet dediğin, medenî bir insan tavrı dediğin, işte tamda bu noktalarda zuhur eder. Burada olgunca davranmak, olgun bir birey davranışı sergilemek gerekirken; bu cinsiyetler açısından hiçbir fark gözetmez, bu kadın için de geçerlidir, bir erkek de kadın da eşini/sevgilisini sevmekten vazgeçebilir, bu durumda da kadının/erkeğin aynı olgunluğu göstermesi gerekir.
Burada olacak olan, herkes kendi yolunadır. Demek ki modernite veya modernleşme, uygarlık, uygar bir insan olmak; sadece lafzî söylemle olmuyor. Bunun pratik tarafı, bizim ülkemizde hep noksan kalıyor. Erkeklerin anlam dünyasında şekillendirdikleri ahlâk ve değer yargılarının dışındaki bir hareket veyahut bir ima bile, erkeklerce bu örüntünün dışında hatalı olarak değerlendirilerek, erkeklerce bunun cezası kesilecekse…
O zaman ne mahkemelere…
Ne yargıçlara…
Ne TBMM’ye…
Gerek var.
Zaten mevcut yasal mevzuat bile doğru düzgün uygulanamıyorken, uygulanma noktalarında keyfilikler tecrübe ediliyorken, yeni yeni yargı reformu paketleri ancak “çok güzel hareket bunlar” kabilinden öteye geçemez.